“Değişimin ilk adımı, aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlar beklemekten vazgeçmekle başlar.”
Fenerbahçe, sezonun ilk ciddi sınavı için Hollanda’da, eski yıldızı Van Persie’nin yönettiği Feyenoord karşısına çıktı. Kâğıt üzerinde bir hazırlık dönemi maçı değil; çünkü sahadaki her dakika, 7. senesine giren bir yönetimin ve yeni sezonun tüm psikolojisini belirleyecek nitelikteydi.
Bu maç sadece futbol değil; geç kalınmış transferlerin, sezon planlamasındaki belirsizliklerin ve giderek ağırlaşan yönetim sorumluluğunun da bir yansımasıydı. Eylül ayında seçim atmosferi yaklaşırken, böylesine önemli bir maçta hâlâ eksik kadroyla sahaya çıkmak; sadece rakibe değil, kendine karşı da oynanan bir yenilgiydi.
Geçen sezon büyük umutlarla gelen Mourinho, Avrupa’da dramatik bir eleniş, derbilerdeki kırılmalar ve içeride kaybedilen puanlarla beklentilerin gerisinde kaldı. Buna rağmen “istikrar” denilerek yola devam edildi. Bu kararın arkasında durmak kolaydı ama bu sezon artık gerçek anlamda Mourinho’nun oyununun sahaya yansıması gerekiyordu. Transferler geç kalsa da, oyun artık bahaneye açık değil.
Džeko ve Tadić gibi iki büyük ustanın vedası, sadece bir kadro değişimi değil; bir futbol anlayışının da kapanışıdır. Artık ayakta kalmak için sadece oyuncu kalitesine değil, kolektif akla ihtiyaç var. Ve bu sezonki kamp süreci, en azından bu yönde bir arayışın olduğunu gösterdi. Szymański gibi geçen sezon takımın temposuzluğunu sırtlayan isimler, bu sezon daha dengeli bir yapı içinde daha etkili görünüyor. Kolektif baskı, daha net bir oyun anlayışı beklentisini doğurmuştu.
Ama o beklenti Rotterdam’da ilk dakikalardan itibaren tavan yaptı ve bir anda yere çakıldı.
Esneklik mi, belirsizlik mi?
Fenerbahçe sahaya 3-4-1-2 gibi yayıldı ama bu dizilişin ne vadettiği henüz ilk dakikalarda sorgulanmaya başladı. Brown, Mert Müldür, Oğuz gibi çok yönlü oyuncularla kurulan yapı teoride taktik esneklik sunuyordu ama pratikte dağınıklıktan öteye geçemedi.
Feyenoord, agresif taraftar desteğini de arkasına alarak topa tamamen hükmetti. El-Nesyri ve İrfan’la başlanan önde savunma çok çabuk kırıldı, takım derine gömüldü. 19. dakikada gelen karambol gol ise kaçınılmazdı.
Fenerbahçe geriden oyun kurmakta zorlandı. Ne baskıyı kıracak paslar vardı ne de dripling ile oyunu delip geçecek bir lider. 40 dakika boyunca üretkenlik sıfıra yakındı. Feyenoord’un temposu biraz düştüğünde birkaç pozisyon yakaladık ama genel tablo geçen sezonun silik derbi oyunundan çok farklı değildi. İlk yarı, hayal kırıklığıyla bitti: 1-0.
Değişen sadece forma mı?
İkinci yarıya çizgileri genişleterek başladık. Oğuz ve Brown’un bindirmeleriyle atak sayısı arttı. Bu kez önde pres yapan bizdik. İlk 10 dakikada tempo yüksekti ama skor üretilemedi.
61. dakikada çift forvete döndük ama kanatlar topu aldı, çizgiye indi fakat forvetleri besleyemedik. Kenarlardan istenilen üretim sağlanamadı. Oyunun teknik yönü değilse de temposu artmıştı ama bu da sadece 15 dakikalık bir canlanma sundu. Feyenoord oyunu yeniden ele geçirdi.
İşler tam durağanlaştığında 86. dakikada Amrabat sahneye çıktı. İkinci topu iyi takip etti, vurduğu füze üst direkte patlayıp ağlara gitti. 1-1. Biraz olsun işlerin yoluna girmeye başladığı o anlarda bile dengeyi koruyamadık. Sağ kanat oyuncusu Moussa, iki uzun stoperimiz arasında yükselip kafayla Feyenoord’u 2-1 öne geçirdi.
İki ayaklı bir eleme olduğu için her şey bitmiş değil. Ama bu takımın sahaya koyduğu oyun, sezonun geri kalanı için umut değil, daha çok kaygı veriyor.
Son söz
Fenerbahçe artık anlara değil, oyuna hükmeden bir takıma dönüşmek zorunda. Çünkü her sezona “yeni umut” diyerek başlamak kolay; ama her sezonun sonunda “aynı çıkmazda” bulmak bir camiayı yıllar içinde tüketir.
Bu kez sonu farklı olacak mı bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var: Değişimin ilk adımı, aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlar beklemekten vazgeçmekle başlar.